Çevrenizdeki insanların güvenilir olduğunu düşünüyor musunuz?
Ya da insanlarla kurduğunuz ilişkilerde tedbirli olmanız gerektiğini mi düşünüyorsunuz?
Bu sorulara verdiğiniz cevaplar, hem kurduğunuz ilişkilerde en önemli belirleyici faktörlerden biri olan başkalarına güven duyma eğiliminiz, hem sizin hem de yaşadığınız toplumun mutluluk seviyesi hakkında bazı ipuçları barındırıyor.
Kişiler arası güven iki farklı şekilde karşımıza çıkabiliyor. Bunların ilki, sadece kendi grubumuza ait olan ve tanıdık olarak nitelendirebileceğimiz bireylere karşı duyduğumuz güveni kapsıyor ve buna parsellenmiş güven deniyor. Ait olduğumuz grup, kendimizi tanıtırken kullandığımız ve aklınıza gelen her sosyal kategoriyi kapsayabilir. Örneğin cinsiyetimiz, ırkımız gibi değişime daha kapalı özelliklerimiz gibi saç rengimiz, yaşadığımız mahalle ya da okuduğumuz okul gibi değişime daha açık ve daha az baskın olan özelliklerimiz de bizi bir gruba ait kılabilir. Kişiler arası güvenin ikinci formu ise, tanıdığımız veya tanımadığımız herkese karşı duyduğumuz güveni kapsıyor. Bu form, genel güven olarak adlandırılıyor.
Bu iki güven formu arasından, parsellenmiş güvene sahip olmaya daha eğilimli gibi görünsek de durum her zaman böyle değil. Örneğin ben bir kadın olarak, iş hayatında erkekleri daha güvenilir buluyor olabilirim.
Peki, insanlara güvenip güvenmemizi ve ne kadar güvendiğimizi neler belirliyor?
Birçok araştırmacı ve uzman, güven duyma eğilimimizin çocukluk yıllarında, özellikle de aile içindeki ilişkilerimizle ve bazı kişilik özelliklerimizin etkisiyle geliştiğini söylüyor. Fakat günümüzde güven eğiliminin böyle dar bir çerçeveye sokulmaması gerektiğini söyleyen bir başka görüş de var. Bu görüşe göre yetişkinlik dönemi yaşantılarımız da güven duyma eğilimimizi şekillendirebiliyor.
Ailemiz, komşularımız, iş arkadaşlarımız veya sık uğradığımız markette çalışan bir görevli gibi çevremizdeki kişilere duyduğumuz güvenin yüksek olması, bizim genel güven duygumuzu güçlendiriyor diyebiliriz. Çünkü geçmiş ilişkilerimizdeki insanların iyi niyetli ve iyileştirici olması gibi olumlu deneyimlerimize bakarak da bir insana güven duyup duymama kararı alabiliyoruz. Parsellenmiş güvenin tanımını tekrar hatırladığımızda da bu kişilerin, tanıdık veya bize benzer insanlar olarak sınıflandırılabileceğini görebiliriz.
Araştırmalar, karşımızdaki kişi eğer tanıdığımız biriyse, beynimizde daha pratik bir sürecin devreye girdiğini ve bir karara varıp duygularımızı pek de hesaba katmadan o kişiye güvendiğimizi gösteriyor. Oysa karşımızdaki tanımadığımız biri olduğunda duygularımız, güven kararımızda çok daha etkili oluyor. Ayrıca araştırmalar, deneyimlediğimiz farklı duyguların güven duygumuzu farklı şekilde etkilediğini gösteriyor. Olumsuz bir olayla karşılaştığımızda, bu olayın gerçekleşmesini tanımadığımız bir kişiye bağlı etmenlere bağlıyorsak (kasıtlı davranışlar veya bir yetersizlik gibi) genellikle kızgınlık hissediyoruz. Aynı olayın oluşumunda çevresel faktörlerin, yani karşımızdakinin kontrolünde olmayan unsurların rol oynadığını düşünüyorsak üzüntü duygumuz öne çıkıyor. Burada karşımızdaki kişiye duyduğumuz kızgınlık, güvenimizi etkilerken; üzüntü duygusu aynı etkiyi yaratmıyor. Buradaki önemli nokta, yansız olarak kabul edilebilecek verilere sahip olduğumuz durumlarda karşımızdaki kişiye karşı tutumumuzun nasıl biçimlendiği. Ancak bu noktada, güven kavramının yanlış anlaşılmadığından emin olmakta fayda var. Elimizde somut sayılabilecek bir kanıt olduğu durumlarda karşımızdaki kişiye güvenip güvenmeyeceğimizden bahsetmiyorum. Benzer şekilde, karşımızdaki kişiye güven duymamız, onun ne olursa olsun bizim varsaydığımız şekilde davranacağından emin olduğumuz anlamına da gelmiyor. Asıl önemli nokta, yansız olarak kabul edilebilecek verilere sahip olduğumuz durumlarda karşımızdaki kişiye karşı tutumumuzun nasıl biçimlendiği.
Peki, tanımadığımız bir kişinin bir olay üzerinde sorumluluğunun olup olmadığını ne kadar doğru tahmin edebiliriz? Sahip olduğumuz genel yargılar bizi etkiliyor olabilir mi?
Çoğu zaman farkında olmasak da genel yargılarımız, kişilere güvenip güvenmeyeceğimize dair kararlarda önyargı geliştirmemize sebep olabiliyor ve güven kararımızı etkiliyor.
Elbette, genel yargılardan tamamen bağımsız bir şekilde yaşamamız mümkün değil. Ancak bu yargıların ne kadarını fiziksel bir gerçek olarak algılıyoruz? Ne kadarını önyargı haline getirerek günlük yaşamımızın, özellikle de ilişkilerimizin etkilenmesine izin veriyoruz? Aslında üzerinde durmamız gereken nokta tam olarak bu.
Önyargılarımızın altında yatan genel yargıların oluşmasında kendimize ek olarak karşılaştığımız bireyler de rol oynuyor. Bu noktada genel yargıları ve önyargılarımızı ayırmak önemli. Yakın çevremiz ve kültür gibi toplumsal unsurlar ve kişisel deneyimlerimiz genel yargılarımızı oluşturan etkenler olarak kabul ediliyor. Önyargı denildiği zaman ise, genel yargılardan beslenen ve belirli bir durumla ilgili bizi kesin bir sonuca götüren, değişimi daha zor düşüncelerden bahsediyoruz. Her ne kadar edindiğimiz genel yargıların önyargılara dönüşmesinde kişisel kontrolümüzün daha yüksek olduğunu söylemek mümkün olsa da (örneğin, çok muhafazakâr bir çevrede büyüyüp aynı kesimde olmayan kişilere karşı önyargı beslememek gibi), genel yargılar ve önyargılar arasındaki bu sınırı korumak kolay bir şey değil. Bunun bir nedeni ise, az önce de değinmeye çalıştığım gibi, birçoğunun fark etsek de etmesek de bizi etkileyebiliyor olması.
Yaşadığımız toplumun bu durum üzerindeki etkisine detaylıca baktığımızda, ayrışmış toplumların daha fazla genel yargı ve dolayısıyla bunlardan beslenen önyargılar geliştirilmesinde tetikleyici olduğunu görebiliriz. Örneğin, sadece sarışın ve esmer olarak ayrışan/bölünen bir toplum düşünelim. Birbirlerine karşı geliştirebilecekleri önyargılar, sarışın, açık kumral, koyu kumral ve esmer olarak ayrışan bir topluma kıyasla daha sınırlı olacaktır. Bununla birlikte sadece kendimize benzer kişilerin olduğu ortamlarda yaşamak, sahip olduğumuz genel yargılarımızı yıkmamıza yardımcı olmadığı gibi, olanları da daha güçlü hale getirebiliyor.
Gelelim bu konunun mutlulukla ilişkisine…
Bu zamana kadar yapılan çalışmalar sayesinde görebiliyoruz ki, insanların güvenilir olduğunu düşünen bireylerin çok olduğu toplumların mutluluk seviyesi daha yüksek. Başkalarına karşı güven eğilimi fazla olan bireyler, daha mutlu olmakla kalmıyor, toplumun mutluluk seviyesine de katkı sağlıyor. Bunun yanında güven, mutluluğu da içinde barındıran sosyal sermayemiz için oldukça önemli. Daha sağlıklı ve destekleyici sosyal ilişkilere sahip bireylerin daha mutlu olduğu, birçok araştırma tarafından ortaya koyulan sonuçlardan biri.
Özetle diyebiliriz ki fazla kontrolümüzün olmadığı etkenlerin, örneğin aile ile kurulan erken ilişkilerimiz ya da kişilik özelliklerimiz gibi, güven duygumuz üzerinde etkisi olduğunu kabul etmemiz gerekse de sahip olduğumuz güven duyma eğiliminin yetişkinlik dönemindeki yaşantılarımızla da şekillenebildiğini unutmamak gerekir. Bu durum olumsuz etkilere de sebep olabilir. Örneğin, ayrışmanın ve genel yargıların çok yoğun yaşandığı bir toplumda güven duygumuzu korumak kolay olmayacaktır. Ancak yine de genel yargıları önyargılara dönüştürmemek adına çaba göstermek bize fayda sağlayacaktır. Başka bir deyişle, önyargılardan mümkün olduğunca uzak durarak sosyal ilişkilerin kalitesini artırmak aynı zamanda da mutluluk seviyemize katkı sağlamak elimizde.
Detaylar için bazı kaynaklar
Dunn, J. R., & Schweitzer, M. E. (2005). Feeling and believing: the influence of emotion on trust. Journal of personality and social psychology, 88, 736.
Foddy, M., Platow, M. J., & Yamagishi, T. (2009). Group-Based Trust in Strangers The Role of Stereotypes and Expectations. Psychological Science, 20, 419-422.
Glanville, J. L., & Paxton, P. (2007). How do we learn to trust? A confirmatory tetrad analysis of the sources of generalized trust. Social Psychology Quarterly, 70, 230-242.
Gorbunova, L. A., Ambrasat, J., & Scheve, C. (2015). Neighborhood Stereotypes and Interpersonal Trust in Social Exchange: An Experimental Study. City and Community, 14, 206-225.
Helliwell, J. F. (2003). How’s life? Combining individual and national variables to explain subjective well-being. Economic Modelling, 20, 331-360.
Helliwell, J. F., & Putnam, R. D. (2004). The social context of well-being. Philosophical Transactions of the Royal Society, 359, 1435–1446.