Yaşamımız boyunca insanlarla kurduğumuz bağlar arasında en önemli olanın, erken dönemde annemizle kurduğumuz bağ olduğunu biliyor muydunuz? Bu güçlü bağ, hayatımızın geri kalanında kurduğumuz tüm ilişkileri etkiliyor. Doğumdan itibaren anne ile çocuk arasında duygusal bir bağın temelleri atılıyor. İşte bu bağlanma ilişkisi, kişinin duygusal ve sosyal yaşamı, arkadaşlıkları, romantik ilişkileri ve sorunlarla nasıl başa çıktığı gibi birçok önemli konuyu büyük ölçüde belirliyor. Prof. Dr. Nebi Sümer’in de söylediği gibi, güvenli bağlanma çok değerli bir “özkaynak”. Çocuğun bu duygusal bağlanma yolculuğunda güvenli yol alabilmesinde, annenin çocukla kurduğu ilişki hayati bir öneme sahip. Bireyin duygusal ve sosyal gelişiminde önemli bir rol oynayan bağlanmayı ve bağlanmanın yaşam boyu süren etkisini konunun uzmanı Prof Dr. Nebi Sümer’e sorduk.
Psikolog Esin Aytülün: Bağlanma son zamanlarda psikoloji alanında çok popüler bir konu. Araştırmacılar ve terapistler için bağlanma konusu neden ilgi çekici?
Prof. Dr. Nebi Sümer: Bağlanma, özünde Freud’un psikanalitik kuramından gelen bir yaklaşım. Bowlby onu biraz değiştirmiş ve çocuğun erken dönemde annesi ile kurduğu ilişkinin kalitesinin ve niteliğinin, yaşam boyunca onun kişilik ve psikolojik gelişimini belirleyeceğini söylemiştir. Anne ile çocuk arasında kurulan bu bağ; güçlü, evrimsel ve hayatta kalmaya yardım eden bir bağ. Bu bağın beşikten mezara kadar sürdüğüne inanıyoruz. Bu bağın kritik öneminin bir kaynağı da, insan yavrusunun diğer canlılardan farklı olarak ancak yaşamının ilk yıllarında bir yetişkin tarafından büyütülüp bakıldığında hayatta kalma şansına sahip olabilmesi. Diğer canlıların hayatta kalmak için onları doğuranlara çok kısa bir süre ihtiyacı var. Ancak insan yavrusu doğuştan çok zayıf olduğu için hayatta kalması bir yetişkinin uzun süre bakımı ile mümkün. Bu sebeple de evrimsel olarak anne ile çocuğu ya da büyütenle çocuğu birbirine bağlayan nörolojik mekanizmalar gelişmiş. Aslında bu konu, bu yönüyle çok ilgi çekici değildi ama araştırmalar şunu gösteriyor ki; her kültürde normal olan bu bağ, eğer bir şekilde bozulursa, daha doğrusu bir ayrılık gündeme gelirse insanın psikolojik yapısı bozuluyor. Bu kuramı ortaya atan Bowlby 1940’lı yıllarda kimsesiz çocuklarla yaptığı bir çalışmada, çocuklarda görülen sorunların özellikle erken dönemde anne yoksunluğundan kaynaklandığını gösterdi.
Bu konu bu şekilde popülerleşmeye başladı. Burada en önemli isim Mary Ainsworth. Ainsworth, Bowlby’nin söylediklerini laboratuvara taşıyıp bunları test etti. Testler, anne duyarlı ve normal gelişimi destekleyen bir anneyse çocukların güvenli bağlanma geliştirdiğini ama anne tutarsızsa, çok müdahaleciyse ya da soğuksa, çocukların iki farklı rotadan birini izleme eğiliminde olduğunu ortaya çıkardı. Biz birincisine saplantılı/direnen ya da kaygılı/kararsız, diğerine de kaçınan bağlanma diyoruz. Anneyle çocuk arasındaki ilişkinin yapısının çok belirleyici olduğunu Ainsworth bize laboratuvar çalışmalarıyla gösterdi ve bağlanma stilleri dediğimiz literatür bilgisinin temelini attı. Daha sonra 1970’lerde birkaç tane büyük boylamsal araştırma yapıldı ve bunların sonucunda güçlü kanıtlar elde edildi. Araştırmacılar, annenin bağlanma stiline bakarak çocuklarınkini, çocuklarınkine bakarak da anneninkini belirleyebildiler. Diğer çalışmalar da çocukların erken dönemde onları büyütenle kurduğu ilişkinin yapısına göre bazı zihinsel temsiller geliştirdiğini gösterdi. Kişinin başkalarından ve kendinden beklentilerini anlatan haritalar, aslında bu temsiller. Eğer erken dönemde annenin sevgisi yoğunsa ve çocuğun ihtiyaçları karşılanmışsa çocuk, “Ben değerliyim.”, “Ben bakılmaya değer biriyim.” şeklinde olumlu bir zihin temsili geliştiriyor örneğin. Bunlara bilişsel yapılar diyoruz ve bunlar bütün yakın ilişkilerde bilgi işlemede kullanılan temel mekanizmalara dönüşüyor. 1980’lerin sonlarında da benim de içinde bulunduğum çok sayıda araştırmacı, yetişkin ilişkilerinde de aynı mekanizmanın çalıştığını gösterdi. Erken döneme çok benzer şekilde, bazı insanların yakın ilişkilerinin çok güvenli, bazılarının çok saplantılı ya da kaygılı olduğu, bazılarının da ilişkilerde soğukluk yaşadığı görülüyor. 1990’lardan başlayarak bağlanma, yakın ve özellikle romantik ilişkilerdeki her tür dinamiği incelemek için bir çerçeve kurama dönüştü. Bu nedenle de ilgi çekti. Aynı zamanda terapistlerin de ilgisini çekmeye başladı. Bağlanma terapisi denilen terapi ile terapisti bir bağlanma nesnesi olarak görme ve terapistle çok yaşanan aktarım ve karşıt aktarım gibi konuların konuşulması yavaş yavaş terapi odasına girmeye başladı. Ayrıca araştırmalar, güvensiz bağlananların zamanla güvenli olma ihtimalinin tersinden daha yüksek olduğunu gösterdi. Yani güvensizler iyi bir terapötik süreçten ve ilişkiden geçerse kısmen güvenli hissedebiliyorlar. Bunları da düşününce bağlanma konusunun önemi gittikçe arttı. Görüldüğü üzere bağlanma birçok diğer konuya da açıklık getiriyor.
E.A. : Sizce erken bağlanma döneminde kurulan bağlanma ilişkileri kişinin yetişkinlikteki günlük hayatını ve sosyal ilişkilerini nasıl etkiliyor?
N.S. : Erken dönemde kurulan ilişkinin yapısı, sembolik olarak benzer ortamlar oluştuğunda kendisini tekrarlıyor. Örneğin, erken dönemde çok tutarsız ve müdahaleci bir anneyle/bakıcıyla büyüyen çocuk, annenin varlığından ve ulaşılabilirliğinden emin olamadığı için ona yakın durarak ya da yapışarak onun varlığını garantilemeye çalışıyor. Bu şema ileride romantik ilişkilerde, partner biraz soğuk davrandığında hemen devreye giriyor. Kişi, erken dönemdeki “Terk edecek mi? Ulaşılabilir mi?” şemasını aklına getirdiği için aynı bir çocuğun anneye yapışması gibi partnere yapışmaya başlıyor ya da onu paylaşmaktan çekiniyor. Erken dönemde reddeden biriyle büyüdüğü için kendi ayakları üzerinde durmaktan başka çaresi olmadığını anlamış bir insanın, yakın ilişkiler kurarken kendini açması mümkün olmaz. Eğer açarsa, eski travmalarının aklına geleceğini düşünür.
Erken dönemdeki şemalar biraz değişerek ama yine benzer dinamiklerle çalışıyor. Yetişkinlerle çocukları karşılaştıran çalışmalar var. Örneğin Hazan ve Shaver, 1987 yılında, Ainsworth’un üç bağlanma stilini çocuklara uyguluyor ve görüyor ki, hem çocuk hem yetişkin kaygılı/kararsızlar daha çok ağlıyor. Bu gruptaki yetişkinler de çocuklar da depresyona ve strese daha yatkın oluyor. Psikopatoloji ile en çok ilişkili olan bağlanma türü erken dönem yönelim bozukluğudur. Normalde az ama klinikte çok görülen yönelim bozukluğu (disorganization/disorientation) erken dönemde bağlanma şemasını, yani zihinsel temsili hiç kuramamış olanları ifade eder. Disosiyatif bozukluklar, şizoid bozukluklar, alkol/madde bağımlılığı gibi sorunlar en çok bu grupta görülür. Ayrıca, kaygılı/kararsızların depresyon yatkınlığı, kaçınanların da hostilite/saldırganlık yatkınlığının daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalar var.
E.A. : Bağlanma kuramına göre, bebekle annesi arasında kurulan ilişki modeli, bebeğin tüm yaşamında sergileyeceği bağlanma davranışlarına temel olacaktır. Peki sizce kişinin bağlanma türü, onun kaygı, stres, öfke gibi olumsuz duygularla nasıl baş ettiği konusunda ipucu verebilir mi?
N.S. : Biz Adapazarı’nda ve Ankara’da depremden sonra yaptığımız bir çalışmada güvenli insanların stresle baş etmede problem odaklı çözümlere daha çok başvurduğunu gördük. Bu insanlar sosyal desteği de yerinde talep edip yerinde kullanıyorlar. Kaygılı/kararsız olanlar ise, duygusal odaklı baş etme stratejilerini problem odaklı çözümlere tercih ediyorlar. Yani çoğunlukla ağlayarak, sızlayarak ve yakınarak problem çözmeye çalışıyorlar. Sosyal desteği fazlasıyla istiyor, ama yerinde kullanamıyorlar. Kaçınanlar ise genellikle sorunu görmezden geliyor ve sorundan uzak durarak, sorunu inkâr ederek ya da güçlü görünerek sorun çözmeye çalışıyorlar. Örneğin İsrail’de yapılan bir çalışmada, aşırı kaçınanların ağır stres durumunda daha fazla psikosomatik yakınma gösterdiği görüldü.
Ben hep şöyle diyorum, güvenli bağlanma çok değerli bir özkaynak. İnsanın erken döneminde gelişiyor fakat yaşam boyu stresle başa çıkma, kendini iyi hissetme, iyi ilişkiler kurma ve sağlam yakınlıklar oluşturma için benzersiz bir kaynak rolü üstleniyor.
E.A. : Sizce birbiriyle yakın ilişkiler kuran kişilerin bağlanma stillerinin çoğunlukla birbirine benzer olduğu söylenebilir mi (Güvenli bağlanan bir kişinin yine güvenli bağlanan biriyle yakınlaşması gibi)?
N.S. : Evet, araştırmalar genelde güvenli bireyin yine güvenli bireyle birlikte olduğunu gösteriyor ama bu şablona uymayan durumlar da var. Özellikle batı kültüründe kaçınan bağlanma erkekler için daha uygun, çünkü erkek daha soğuk bir toplumsal cinsiyet imajına sahip ve kendini açmaz. Güvensiz bağlanma türlerinden kaygılı bağlanma da kadınlara daha uygun. Dolayısıyla erkek kaçınan, kadın da kaygılı bireyse bu daha olağan bir çift oluyor, çünkü birbirlerinin şemasını doğrulamış oluyorlar. Yine de güvensizler daha çok güvensizlerle birlikte oluyor gibi görünüyor.
En çok sorunu kaygılılar yaşıyor ilişkide. Çiftlerle alakalı yaptığımız bir çalışmada ilginç bir bulgu elde ettik. İnsanların birinin güvenli birinin güvensiz olduğu gruplar oluşturduğumuzda, güvensizlik durumu cinsiyete bağlı olarak değişti. Kadın güvenli, erkek güvensizse her ikisi de güvenliye benziyor. Ama erkek güvenli kadın güvensizse, her ikisi de güvensize benziyor. Yani kadının bağlanması daha belirleyici çıktı. Kadının güvende olması, sınırda güvensiz erkeği güvenliye çekebiliyorken, kadının güvensiz olması, sınırda güvensiz erkeği iyice güvensizleştiriyor. Yine de çiftlerin geneline baktığımızda güvenli kişi yine güvenli kişiyle evli oluyor genelde.
E.A. : Bir kişinin yetişkinlik döneminde kurduğu romantik ilişkileri sürdürüp sürdürememesinin altında yatan nedenlere dair fikir edinmede, bağlanma kuramı bize fayda sağlayabilir mi?
N.S. : Bu konuda 1990’lardan itibaren pek çok çalışma yapıldı. İlişkilerin sürdürülebilirliği sırf bağlanmaya dayalı değil. Genel olarak baktığımızda ilişki istikrarında güvenli bağlanma önemli görünüyor. Örneğin kaçınanlar çok zor bağ kurabiliyor ya da çabuk terk ediyorlar. Kaygılı/kararsızlar en sık şiddetli geçimsizlik yaşayanlar, ama bizim Türkiye’de yaptığımız araştırmalarda kaçınan bağlanma temelde risk faktörü olarak görünüyor. Bağlanmanın bütün farklılıklarına baktığımızda altta yatan iki tane temel süreç görüyoruz. Bunlardan bir tanesi bağlanmaya ilişkin kaygı, diğeri de bağlanmaya ilişkin kaçınma. Bağlanmaya ilişkin kaygıyı kişinin sürekli terk edilme, reddedilme kaygısı olup olmadığı; bağlanmaya ilişkin kaçınmayı da başkalarından uzak durup durmadığı belirler. İnsanlar bunlara ilişkin duygusal stratejiler izliyorlar. Birincisine hiperaktivasyon, yani abartma, büyütme diyoruz. İkincisine de deaktivasyon, yani bastırma, geri çekilme diyoruz. Ancak burada önemli bir kültürel farklılık var. Bizim gibi ilişkisel, toplulukçu kültürlerde kaygı kısmen makul karşılanabiliyor. Yani, insanların kaygılı bağlanması çok da garip karşılanmıyor. Zaten biz ilişkilerimizde de öyleyiz, aşırı yakınlık çok da rahatsız edici bulunmaz çoğu durumda. Ama kaçınma çok tehlikeli, yani soğuk anne veya soğukluk çok büyük tehlike olarak görülüyor. Bizim araştırmalarımızda bir ilişkide doyumluluğu ya da doyumsuzluğu en çok açıklayan bağlanma kaçınmasıyken, çatışmayı da kaygı açıklıyor. Yani kaygı yüksekse çatışma da daha yüksek görülüyor. Daha yeni yayına kabul edilen bir makalemizde bunu 1300 çift, anne-baba üzerinde test ettik. Tek başına ilişki doyumunda kaygının çok az bir önemi var, ama kaçınma doyumu etkiliyor. Batıda ise durum tam böyle değil, kaygı da önemli batıda.
E.A. : Güvensiz bağlanmış bir kişinin, etkili bir psikoterapi sürecinden sonra değişim göstermesi ve sosyal ilişkilerinde güvenli bağlanma davranışları sergilemesi mümkün müdür?
N.S. : Bu, çok sorulan ve benim de cevabını çok iyi bilmediğim bir soru aslında. Erken dönemde oluşan şemalar çok güçlü olduğu için bunlar terapiyle çok kolay değiştirilemezler, çünkü daha büyük bir sistemin parçası olup işlevsel olmaya başlıyorlar. Bu yüzden de değişime karşı bir direniş görülebiliyor insanlarda. Bizim hatırlatma çalışmalarımız var, insanlara sevdikleri, anneleri, güvenli ortamları hatırlatıldığında zamanla güven şemaları da aktif olmaya başlıyor. Bunu kişiler olarak aslında biz de yaparız, örneğin cebimizde çocuklarımızın fotoğraflarını taşırız, sevdiklerimizin fotoğraflarını odamızda görebileceğimiz yerlere asarız. İnsanlar stratejik olarak kendilerine daima bu güvenli ortamı hatırlatırlar. Eğer insanlar bu yönde rahatlatılırsa, daha çok güvende hissedecekleri için güvensiz davranışları da daha az göstermeye başlarlar. Değişmenin boyutu ise başlangıçta ne düzeyde güvensiz olunduğu ile ilişkili bana göre. Sınırda olanlar ve az güvensiz olanlar için umut daha yüksek; iyi bir partner, iyi bir terapiyle daha güvende hissederler. Ama kronik olarak kristalize olmuş bir zihinsel şema söz konusuysa biraz daha zor olur. İyi haber ise, literatürden gelen çalışmalar gösteriyor ki; güvenli insanlara güven veren çevre verildiğinde daha güvenli davranış göstermeye başlıyorlar. Bu da iyi bir mesaj olabilir.
E.A. : Bağlanma, duygusal ve sosyal yaşamımız için oldukça önemli bir faktör. Bu anlattıklarınıza dayanarak birinin bebeklikte ve çocuklukta güvenli bağlanma geliştirmesi için ebeveynler nelere dikkat etmeli?
N.S. : Öncelikle, bu çok önemli bir soru. Biz Duyarlı Anne Babalık Projesi adında bir proje yürütüyoruz. Kısa adı da VIPP. Projeye katılan bir evi dört kez ziyaret ediyoruz ve anne-çocuk ilişkisini videoya kaydediyoruz. Bunun sonucunda katılımcılara pozitif geribildirime dayanarak, çocukların bizim güvenlik çemberi dediğimiz şeyi, yani olumlu alışverişi nasıl oluşturduğunu öğretiyoruz. Erken dönemde, özellikle 2 yaşlarda, anneler stressiz olurlarsa, eşler birbirini desteklerse, çocuk ilişkideki bu mutluluğu duygusal olarak hissederse ve kendisinin değerli olduğunu, annenin ya da bakıcının duyarlılığından görürse bu dönem zaten güvenli atlatılıyor. Çocuklar, özellikle ilk yaşlarda, dil tam gelişmediği için olayları sembolik olarak anlayamaz, duygusal olarak işlerler. Yani nasıl olduğunu bildiği ama ne olduğunu bilmediği bir şeyler vardır. Dolayısıyla çocuğa, keşfetmeye dayalı, çok abartılı olmayan, ona yük bindirmeyen, aşırı korumaya dayanmayan ama zamanında tepki veren duyarlı ve güvenli bir ortam hazırlamak önemli. Ek olarak Ainsworth’un “duyarlı anne koşulları” var, annenin bunları da sağlaması gerek. Bizim kültürümüzde genelde çocuk istemeden vermek önemlidir, aslında bu iyi bir şey, çocuğun ne istediğini doğru tahmin eden anne duyarlı anne olur. Bizim yürüttüğümüz proje biraz bunu öğretmeye çalışıyor. Proje, yalnızca 4 seans olmasına rağmen araştırma meta analizlerinde etkisi çok yüksek. O yüzden bunun Türkiye’ye getirilmesi için çalıştık ve şu an Ankara ve İstanbul’da TÜBİTAK projesi olarak yürütüyoruz. Proje için daha çok alt eğitim düzeyinden 10-30 ay arasında çocuğu olan evleri seçtik. Çünkü kritik müdahaleleri orada başarırsak, daha önce de söylediğim gibi, çocuğa yaşam boyu bir güven kaynağı vermiş oluyoruz.
ODTÜ Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nebi Sümer lisans eğitimini ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra, Hacettepe Üniversitesi’nde Gelişim Psikolojisi alanında yüksek lisans ve Kansas Devlet Üniversitesi’nde Sosyal Psikoloji alanında doktora eğitimini tamamladı. Temel araştırma alanları, yakın ilişkiler psikolojisi, özellikle farklı gelişim dönemlerinde bağlanma ve ebeveyn davranışları; trafik psikolojisi, çok değişkenli istatistik, ölçme ve işsizlik psikolojisidir. Nebi Sümer bu alanlarda çok sayıda proje yürütmüş ve bilimsel yayınlar yapmıştır. Canan Sümer ile evli ve Çınar Efe isminde bir oğlu olan Nebi Sümer, son yıllarda daha çok sosyal gelişim psikolojisi alanında araştırmalar yürütmektedir.