Ölüm, tek başımıza yüzleşmek durumunda kaldığmızı tek deneyim; varlığımızı ve doğamızı anlamak için ise en önemli kavramlardan biridir.

İnsanlar farklı kültürlerde, ölümle ilgili olarak hem ortak, hem birbirinden farklı birtakım tutumlar geliştirmiştir. Örneğin bazılarımız pasif bir şekilde ölüm olgusunu kabul ederken, bazılarımız onu inkar eder; çoğunluğumuz ise kaygı ve korku hissederiz. Ölümün doğası ve anlamına dair bakış açıları ve korkular, düşünce ve duygularımızı büyük ölçüde etkiler. Bu nedenle ölüme nasıl yaklaştığımız, yaşam kalitemize de etki edecektir. Gerçekten de ölmeyle ilgili veya yaşamımızın geçici olduğuna dair bir farkındalık, kendimiz için amaçlar koymaya, öncelikler belirlemeye, çeşitli değerler üretmeye ve yaşamda anlam arama çabalarına yardımcı olan bir süreçtir.

Yaşamın tahmin edilebilir, kontrol edilebilir ve sürekli olduğuna inanmak isteriz.  Aslında bu tarz bir inanç (veya varsayım), bize günlük stres ve kaygı durumlarıyla başa çıkmamıza yardımcı olan bir güven duygusu verir. Ancak bu eğilim gerçekçi değildir ve genelde bir yakının kaybı, ölümle karşı karşıya gelme, hastalık gibi durumlarda bozulur. İşte bu gibi zamanlarda kendi inanç sistemlerimizin ve deneyimlerimizin uyumsuzluğunu farkederiz. Bu nedenle ölüm gerçekten var mıdır; yaşam sürekli midir; kendi sonumu kontrol edebilir miyim? gibi sorulara çelişkili yanıtlar vermeye başlarız.

Ünlü psikiyatrist ve kuramcı Elisabeth Kubler-Ross, bu konuyla ilgili olarak bakın ne söylemiş: “Kendi ölümümüzle ilgili gerçekliği ne kadar çabuk kabul edersek, gerçek anlamda yaşamaya o kadar çabuk başlayabiliriz”. Erich Fromm ise benzer bir noktayı vurgulamak amacıyla, ölüm acı çekmek olarak algılandığında, “gerçekten yaşamadan” ölmenin katlanılamaz bir şey olacağını belirtmiş.

Burada temelde vurgulanan nokta, insanların ölüm kavramını yaşamlarının bir parçası olarak algılamalarının ve onunla yüzleşmeye çalışmalarının önemidir. Bunun aksine ölümden kaçmaya veya onu yok saymaya çalışmak, varlığımızı daha iyi anlamamızı engelleyecektir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, çok önemli değişikliklerin, teknolojik ilerlemelerin olduğu, bunların bizi oldukça etkilediği bir dönem. Ölüm ve ölmeyle ilgili kavramların da toplumsal değişimlerle paralel olarak  değiştiğini görüyoruz. Örneğin 1900’lü yıllarda, özellikle de ilk yarısında, ölüm ve ölme olguları yaşamın bir parçası olarak algılanır, her yaşta her yerde olabileceği düşünülür ve normal karşılanırdı. Bugünse bunun değiştiğine şahit oluyoruz: Ölüm kavramı, uzmanların da vurguladığı gibi özellikle Batı toplumlarında tabu olarak görülmeye; yaşamdaki en temel olaylardan biri olmasına rağmen genellikle görmezden gelinmeye başlandı. Buna karşın pek çok Afrika toplumunda ise insanlar ölümü, varlığın sonu veya bozulması olarak değil, ölümsüz bir sürecin parçası olarak görmeye devam ediyor.

Ölüm korkusu evrensel bir olgu olmasına ve herkesin doğuştan böyle bir korkuyu geliştirme eğilimi bulunmasına rağmen, bazı insanların bu korkuyu fazla seviyede ve sürekli yaşadığı, bu korkuyla başa çıkmakta zorlandığı bir gerçek. Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalara göre kişinin kendisi ve kimliği ile ilgili yeterli olgunluğa erişememiş olması, bu tarz korkuları tetikleyen bir faktör. Asıl önemlisi ise ölüme verilen/atfedilen anlam. Hepimiz ölüme farklı anlamlar yükleriz. Genelde çocuklar için ölüm ayrılık, ergenler içinse kayıp anlamına gelir. Gençlerin yaklaşık yarısının ölümü “öbür dünya” olarak algıladığı, bir kısmının ise ölümü olumsuz duygularla bağdaştırdığı biliniyor.

Türkiye’de yapılan çalışmalar, ölüme atfedilen anlamın ölüm korkusunda önemli rol oynadığını doğruluyor. Örneğin, özellikle kadınlar arasında ölümü “yok olma” ve “öbür dünya” şeklinde algılayanların daha fazla ölüm korkusu yaşadığını görüyoruz. Bu ise bizi, bir kavramla ilgili kişinin yorumu ve verdiği anlamı değiştirmediğimiz takdirde, onunla ilgili sahip olunan olumsuz duyguları da değiştirmenin zor olduğu yorumuna götürüyor. Yani ölümü yok olma gibi oldukça olumsuz bir anlamla açıklayınca korku duyuyoruz; bu korkuyu azaltmak içinse ölümle ilgili yorumumuzu, yani ona verdiğimiz anlamı değiştirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Ölüme ve ölüm korkusuna, varoluşçu yaklaşımdan bakıldığında zaten gerçekliğin kişinin kendi yarattığı bir şey olduğu, dolayısıyla yeniden eski haline dönüştürülebileceği ya da değiştirilebileceği düşüncesinin hakim olduğu görülür.  Bu açıdan bakıldığında, kişinin ölüm korkusuyla baş etmesine yardımcı olmak için, onun ölüme verdiği anlamı bilmek önem taşıyor. Ölümü nasıl algılıyor, onu ne sıklıkla ve nasıl düşünüyor, korkuyla birlikte hangi duyguları yaşıyor, inanç sistemlerinde neler var? gibi sorular, ölüm korkusunu anlamaya ve onunla baş etmeye yardımcı olmak adına faydalı ipuçları sunabilir.

Yaşam ve ölüm birbirine bağlıdır; aynı anda var olmaz; fakat içiçe geçmiştir.” (Yalom, 1999)

 

 

Detaylar için kaynaklar

Cicirelli, V. G. (2001). Personal meanings of death in older adults and young adults in relation to fears of death. Death Studies, 25, 663-683.

Feifel, H. (1990). Psychology and death-meaningful rediscovery. American Psychologist, 45, 537-543.

Fromm, E. (2005). Kendini Savunan İnsan. İstanbul: İlyaYayınevi.

Koçanoğlu, A. (2005). Personal meanings of death and religiosity as predictors of death anxiety and death fear of university students. Unpublished Master’s Thesis. Middle East Technical University, Ankara.

Kubler-Ross, E. (1974). Questions and Answers on Death and Dying. New York: Macmillian Publishing Co., Inc.

Langner, T. S. (2002). Choices for Living: Coping with Fear of Dying. New York: Kluwer Academic Publishers.

Neimeyer, R., Holcomb, L. E. & Moore, M. K. (1993). Personal meanings of death: A content analysis of free response narratives. Death Studies, 17, 299-318.

Pattison, M. E. (1977). The Experience of Dying. N.J.: Prentice-Hall. Inc.

Yalom, I. (1999). Varoluşçu Psikoterapi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

RelatedPost